İşlenmemiş cevherler ülkesi: Türkiye

Bütünlük ve tamama ermek hakkında söz açılınca, dört dörtlük bir var oluşu ve “mükemmel”liği kast etmem hiçbir zaman. Sadece yaşadığımız hayatta düzeni ve istenen o zaruri şeylerin yapılmasını anlatmaya çalışırım hepsi bu.

Bilirsiniz, insan vücudunda “hayati” denilen organların olmayışı kimseye yaşama şansı vermez. İnsanın parmak veya kulağının tekinin olmaması yaşam faaliyetini bitirmez. Ama kalbinin, ciğerinin olmayışı bitirir. Ha keza şuurun, beynin, aklın, dengenin olmayışı da…

Okumaya devam et

İstanbul’u Düşünmek

Her zamanki gibi bugün de sabaha kadar uyuyamadım. İstanbul’a ne olduysa soğuk hava dalgası geri geldi. Her yer buz kesmiş olmasına rağmen İstanbul uyumaya devam ediyor mışıl mışıl… Beylikdüzü’nden, Avcılar’a oradan Adalar’a kadar uzanan bir görüntü var ama benim için İstanbul, içime her zaman sığacak türde büyük bir şehir zaten. Bugün 30 milyon nüfusa da ulaşsa bu fikrimi asla değiştirmez. Bu şehir ne kadar bozulursa bozulsun, bana karşı yabancı davranamaz. Çünkü ben ona ilk günden beri: sevgiyle şefkatle, merhametle, aşkla baktım. O da bana öyle baktı.

Şimdi saat sabahın dördü. Hava sert. Rüzgar esiyor. Ha yağdı yağacak bir hava var gökyüzünde. Balkonum soğuk, bu soğukluk sanki onu hüzünlendirmiş, hani bir şeylerden korkup çekiniyormuş gibi bir ruh haline bürümüş…

Okumaya devam et

Benjamin Button’un Tuhaf Hikayesi’nin Düşündürdükleri

2017 yılında başladığım İhlas Holding’in baskı öncesi birimine 2024 yılının şubat ayında geri dönüş yaptım. Bu değişimin en güzel tarafı hem patronum hem arkadaşım vedahi ahiret kardeşim olan Kadri Yeltekin Bey’in ekibine tekrar dahil olmam oldu. Kadri Bey, çalışma hayatım boyunca RNA iletişimin kurucusu akıl hocam, ilham kaynağım ve ağabeyim İsak Baydaroğlu’ndan sonra tanıdığım: Enderun terbiyesi görmüş gerçek bir Osmanlı Beyefendisidir. Yaklaşık 7 yıldır bu kurumda çalışıyor olmak, benim için gurur verici bir durum. Ve o, yıllardır ne zaman bir araya gelsek hep çocuklara yönelik bir proje yapmak istediğini söylemiştir bize. Hamdolsun, hayalimizin ilki bu sene nasip oldu ve biz 2-4 yaş aralığındaki çocuklara yönelik cıvıl cıvıl, eğlendirici, öğretici beş kitaplık muhteşem bir kitapseti yaptık.

Her ne ise… diyeceğim o ki artık emekli bir çalışan olarak yine, yeniden, kitapların, dergilerin boya ve kâğıt kokusunun içinde, güzel bir ekiple çalışmaya devam ediyorum…
Bu bölümdeki tek sıkıntı öğle aralarında, çay molalarında kültür, sanat, sinema ve edebiyat alanlarında sohbet edebileceğimiz pek kimse yok maalesef.
TGRT Haber’deyken editör arkadaşlarla kültür – sanat sohbetlerini az da olsa yapıyorduk. İnsan bazen zihnindekileri başkasıyla tekrar gözden geçirme ihtiyacı hissediyormuş. İşte tam böyle bir ruh halindeyken geçen gün ofisteki bir arkadaş, traşını olmuş, güzelce giyinmiş kendisine “gençleşmişsin” diye iltifat edenlere karşı, genç, dinamik ve yakışıklı olduğunu söylemek isterken: “Benjamin Button gibi oldum!..” demez mi! Otuzunu aşmış bu arkadaşın sözleri bir hayli güldürdü beni. Zira çoğunuz Benjamin Button’ın tuhaf hikâyesini sinemada seyretmiş olmalısınız…

Okumaya devam et

“Bu dünya işi oyundur oyun”

“Dünyada söylenmemiş hiçbir şey yoktur.”

Öyle ya şu gökkubbe altında söylenmemiş bir söz var mıydı? Bu sebepten dil eşikte yatan bir arslan da oldu, yularından çekilen bir deve de. Söz, yeryüzüne mavi göklerden inmişti. İner inmez de hemen karışmıştı taşa, toprağa.. Her kim altını topraktan çıkardı, alev alev yanan taçlar beyler başında hazır bulundu. Bir zamanlar söz sahipleri korkardı dilin kemiksiz oluşundan.

Korkmaya korkarlardı da başkasına değil, önce kendilerine sallarlardı işaret parmaklarını: “Sözü çok söyleme, sırasında ve az söyle; binlerce söz düğümünü bu bir sözde çöz!” Ya kalkarsa arslan eşikten! Ya parçalarsa sözün sahibini. Kim ki bir kitap yazdı, önce şöyle demeli: “Sözünü iyi söyle! Aklın süsü dil, dilin süsü söz, insanın süsü yüz, yüzün süsü gözdür. İnsan sözünü dili ile söyler; sözü iyi olursa yüzü parlar.” Tabii ki röportajlar, imza günleri filan yapılmazdı kitabı çıkan yazarlarla o zamanlar.

Okumaya devam et

Üç elma, üç yıldırım

Gökten üç elma da düşebilir başımıza üç yıldırımda. Bu, yüreğimizde sakladıklarımızın yüceliğine bağlı olarak değişebilir. Kahramanların nasıl “var” ve “yok” olduklarına. “Ekmek buldum, katık yok, katık buldum, ekmek yok.”, “Odun buldum, kibrit yok, kibrit buldum, odun yok.”, “Para buldum, cüzdan yok, cüzdan buldum, para yok.”, “Bir at buldum, meydan yok, meydan buldum, bir at yok.” Kılıç sesleri, zırh sesleri ve ölüm naraları yok…

Okumaya devam et

İki Burçlu Bir Kale: Zaman!

Hava kapalı, deri ciltli sözlüğüm de. Havayı açamam ama sözlüğümü açabilirim. Elim şaşırtıyor beni. Kitaplık yerine pencereye gidiyor. Pencereyi açtığım anda güneşi mi göreceğim? Pencereyi açtığım anda bardaktan boşanırcasına yağmur…

Elimi seyretmeye devam ediyorum. Çünkü elim benden bağımsız hareket ediyor. Odada kalması gerekirken yağmur damlalarının kapladığı boşluğa doğru uzanıyor. Görmek ve işitmek duyularıyla birlikte hissetmeyi de tatmak istiyor belki. Yağmurun gökyüzünden aşağı düşüşünü üç boyutlu görüp, yaşamak… Fakat ne tuhaf, elim dışarıda kalsa da kupkuru. Damlalar tam düşecekken ellerime, sanki taş atılmış da korkutulmuş keklik sürüsü gibi havalanıyor tenimden. Garip bir yoksulluk bu. Elimde avucumda hiç bir ıslaklık kalmıyor. Hava kapalı, deri ciltli sözlüğüm de. Havayı açamam ama sözlüğümü açabilirim. Elimi çağırıyorum. Kelimelere çağırıyorum parmaklarımı. Artık mevsim de döndü. Şimdi başıma gelen ne varsa hepsini hayra yorma zamanı… “A” ile “Z” arasında gidip geliyor dünya. İki dünya arasında, bardaktan boşanırcasına yağmur: “Önce” ve “Sonra”. Her şey bu iki kelime arasında. Art arda dizildiğinde “yağmur” oluveriyor damlalar. Art arda gelen anlar belirliyor zamanı!

Okumaya devam et

Anıların da meskeni var

Türkiye’yi Doğu’dan, Batı’ya, Güney’den, Kuzey’e her yerini gezdim, gördüm. Mardin’de, Diyarbakır’da, Hakkari’de, Urfa’da, Sivas’ta, Erzurum’da, Rize’de, Kütahya’da, Karabük’te, Bursa’da… ilaahir.

Gördüğüm her şehrin kendine has bir dokusu vardı. Ahşap, taş, mermer ve kerpiçten yapılmış meskenler ilgimi daha çok çekmiştr. Çocukluğumdan beri beton yapılar; soğuk, sevimsiz, ahşap, taş ve kerpiç yapılar şirin ve sıcak gelmiştir. Dahası böyle yapıların kapısından içeri girer girmez hüzünle karışık orada bir zamanlar yaşamış insanları zihnimde canlandırmaya çalışırım…

Okumaya devam et

Sözcükler içindeki evren

Şiir de diğer bütün edebiyat türleri gibi sözcüklerle yazılır, söylenir ancak şiir, sözcüklerden ibaret değildir. Her sözcük, “şiir hali”ni duyuran bir dildir. Söz konusu “hal”in ete kemiğe bürünüp şiir diye görünmesi de sözcükler ile mümkündür. Tek tek sözcüklerden ve onların diğer sözcüklerle olan ilişki biçimi asıl şiire, belki şairin içinde oturduğu o “şiir hali”ne geçiştir.

Alelade sözcüklerin bir araya gelmesiyle “şiir” doğuran sır, şairlerin sözcüklere yüklediği anlamlarda gizlidir. Evet, yalnız anlam değildir bu “sır”ın sırrıdır. Yani şiire, girmiş her sözcük, bütüncül bir muameleye tabi tutulmuştur. Böylece sözcükler yontularak, törpülenerek, cilalanmış bir halde sahnede yerini alır. Şiir, su verilmiş, sertleştirilmiş, dayanıklılığı artırılmış sözcüklerin meskenidir. Sözcüklere “su verme”nin ölçüsünü, kararını da kuşkusuz en iyi şairler bilir. Her şair, kendine has ölçülerle yenilikler getirmiştir bu sanata. Ölümsüzlük tiryakının tarifi şairin gönlünde, aklında, elinde şekillenir. Sıradan sözcükleri “şiir“leştirirken onlara kendi özünden, kendi canından can katar şair. Bu yüzden her şiir, şairinin sesini çınlatıp, durur. Şiirin malı olmuş sözcükler, geçirdikleri maceranın hatırasını kıyamete kadar nesillere taşırlar. Artık içi “dolu“, özü “ballı” ekmek arası sözcüklerdir onlar, tatlandırılmış, kokulandırılmış ve nihayetinde seslendirilmiştir… Her şairin kendi muhayyilesini, sesini ve hayat tecrübesini haber veren, özetleyen sözcükleri vardır. Kendi mührünü taşıyan sözcükleri ilk okumada tanırsınız bu sanatı seviyorsanız… Biz farkında olsak da olmasak da, kendi sözcüklerinin aynasında yaşar şairler. Bu aynalardan, aynalardaki görüntülerden yola çıkarak hayal evrenine, özleyişlerine, dünyalarının temel direklerine rahatlıkla ulaşabiliriz şairlerin. Sözcüklerin içine hapsettikleri evren, onların düşünce ve duyarlıklarının tüm renklerini saklayıp dururlar. Bizim, bir şairin dizelerine yoğunlaştıkça, anlam perdelerini, ses katmanlarını bir bir araladıkça yepyeni anlamlarla ve şaşırtıcı buluşlarla karşılaşmamız ve uzun, sonu gelmez yolculuklara çıkmamız tam olarak bu nedendir.

Okumaya devam et

“İyi”, “Kurt”, “Ceberrut”, “Sosyal” değil “Kerim devlet”

Sanıyorum 2022 yılının sonlarına doğru uzun süredir görüşemediğimiz üç beş arkadaşla Çorlulu’da nargile tüttürmek için bir araya gelmiştik… Bu tarz mekanlarda her türlü konudan derin sohbetler yapan insanları görürsünüz. Eh biz de hoşbeşten sonra siyaset alanında uzun uzun öngörülerde bulunmuştuk. Zaten ülkem insanı; ister eğitimli, ister eğitimsiz olsun geneli kendi canının doktoru, keşfedilmemiş tarihçi, en iyi şair ve tartışmasız en büyük vatanseverdir.

Sanırsınız ki kimse sağlığı için doktora hiç gitmiyor. Kimse tarih okumak için üniversitede derslere girmiyor. Hiç kimse ülkesine hainlik düşünmüyor… İnsanımızın vatanseverliği asla tartışma konusu olamayacağı gibi yine çoğunun yazdığı şiirler basılsa kitap olur, olursa da başyapıt olarak raflarda yerini alır…

Okumaya devam et

High – Rise (Gökdelen)

İnsanın başına her şey gelebiliyor. Her türlü sıkıntı ve stres ile imtihan olabiliyor. İnsan bu dünyaya geldiği ilk günden, ta son nefesine kadar çetin mücadeleler içinde; “korku ve ümit arasında” yaşayıp gidiyor.

Niye böyle bir giriş yaptım? Açıkçası okuduğum “Gökdelen” isimli bir kitap yüzünden. “Gökdelen” kitabı deyince çoğunuz bunu Tahsin Yücel’in kitabı sanabilirsiniz. Ancak o kitap değil. Evet, onun da “Gökdelen” isminde bir eseri var ama benim okuduğum kitap İngiliz yazar J.G Ballard’a ait. İki yüz dört sayfalık distopik ve gerilim dolu “High-Rise” (Gökdelen) kitabı insan psikolojisi üzerinde gerçekten derin derin düşüncelere salıkverdi beni. Bu kitapta kısaca, lüks bir binanın varlıklı sakinlerinin adım adım kaosa nasıl sürüklenerek yok olduğu anlatılıyor. Hatta yönetmen Ben Wheatley aynı isimde bu kitabı referans alarak sinemaya aktarmış.

Okumaya devam et