“Bu dünya işi oyundur oyun”

“Dünyada söylenmemiş hiçbir şey yoktur.”

Öyle ya şu gökkubbe altında söylenmemiş bir söz var mıydı? Bu sebepten dil eşikte yatan bir arslan da oldu, yularından çekilen bir deve de. Söz, yeryüzüne mavi göklerden inmişti. İner inmez de hemen karışmıştı taşa, toprağa.. Her kim altını topraktan çıkardı, alev alev yanan taçlar beyler başında hazır bulundu. Bir zamanlar söz sahipleri korkardı dilin kemiksiz oluşundan.

Korkmaya korkarlardı da başkasına değil, önce kendilerine sallarlardı işaret parmaklarını: “Sözü çok söyleme, sırasında ve az söyle; binlerce söz düğümünü bu bir sözde çöz!” Ya kalkarsa arslan eşikten! Ya parçalarsa sözün sahibini. Kim ki bir kitap yazdı, önce şöyle demeli: “Sözünü iyi söyle! Aklın süsü dil, dilin süsü söz, insanın süsü yüz, yüzün süsü gözdür. İnsan sözünü dili ile söyler; sözü iyi olursa yüzü parlar.” Tabii ki röportajlar, imza günleri filan yapılmazdı kitabı çıkan yazarlarla o zamanlar.

Kendileri anlatırlardı: “Sözü bilerek söyleyen çok kimse var; benim için sözü anlayan adam azizdir… Elli yaşım bana elini değdirdi; kuzgun tüyü gibi olan başımı kuğu tüyüne çevirdi. Şimdi altmış ‘Bana gel!’ diye çağırıyor; ecel pususuna düşmezsem, şimdi oraya gideceğim. (Bir zamanlar) vücudum ok, gönlüm yay gibiydi; şimdi vücudum yay oldu; gönlümü ok yapmalıyım.” Elli yaşında ilk kitabı çıkmıştı Balasagunlu Yusuf’un: “Kutadgu Bilig”. O zamanlar imza günleri değil, her sözü yazarı tarafından imzalı eserler vardı.

Yusuf’tu, Ulu Has Hâcib oldu 1070 yılında. Buğra Kara Han çevirince sayfalarını Kutadgu Bilig’in. Anladı ki ok olmuştu gönlü Yusuf’un . Kaşgarlı hakanı nasıl da vurdu: “Bu dünya işi oyundur oyun. Oyuna katılma, nene gerek bu oyun!” Kutadgu Bilig, Kutluluk Bilgisi farkında olanlara oyunun. “Ben sözümü söyledim ve kitabı yazdım; bu kitap her iki dünyayı tutan bir eldir.” Kitabını tek dünyaya sunmuyor. Belli ki birden fazla dünyası vardı Yusuf’un. Bu yüzden münacatla açılıyor kapısı. Allah adı ile başlayan bu ilk Türkçe eserin: “Allah adı ile söze başladım. Yaratan, yetiştiren ve göçüren Rabbimin adıyla.” diye başlayıp na’tla süsleniyor penceresi: “O’nun yoluna gönül bağladım; bütün dediklerine inandım ve severek sözünü tuttum. Ey Tanrım, benim gönlümü gözet; kıyamette beni Sevgili Peygamber’le haşret!” Ve bu yüzden dört kandil gibi aydınlatıyor kutlu evi İslâm’ın dört halifesi: “Bunlar O’nun sevdiği dört arkadaşı idi.” Nihayet sıra Buğra Han’a geliyor. Herkes sırasını bilmeli. Bilmeli ki büyüklük büyükleri olgunlaştırmalı. Hem bir şey söylenecekse illa sultana, az övüp çok yermeli değil miydi?: “İyi kanun koy. Kötü kanun yapan kimse daha hayattayken ölmüş demektir. Adalete dayanan kanun bu göğün direğidir. Kanun bozulursa gök yerinde duramaz.

“Has Hâcib”lik makamı vezirlik ve ordu komutanlığından sonra gelirdi sarayda. Has Hâcib vicdanıydı Karahanlıların. Hâcib olmak, insanlara yol göstermek demekti çünkü. Öyle bir teşrifat nâzırı ve mâbeyinci ki akıl, bilgi, tavır, davranış; boy-bos, yüz, ses, kıyafet harmanlanıp toplanmalıydı elbette şahsında. Yarlara, uçurumlara köprü olmalı, sessizlere ses. Kulak olmalı yoksulların dileklerinde. Yusuf olmayacaksa Has Hâcib kim olacak!? Kim çıkartacak sahneye hükümdar Gündoğdu’yu, vezir Ay-Toldı’yı, Ögdülmiş’i; vezirin oğlunu, Odgurmış’ı; Ögdülmiş’in zâhid akrabasını. Kim onların ağzından, adaleti, mutluluğu, aklı ve âkıbeti konuşturacak! “Bugün bilgi hakîr oldu. İlde fena insanlar arttı. Akıllı kişiler ağız açamıyorlar… Eskiden cemaat çok, camiler azdı. Şimdi camiler çoğaldı, cemaat azaldı!” diye yükseltecek sesini. “Hükümdarın çevresindeki insanların iyi veya kötü olması hükümdara bağlıdır. Hükümdarlar kötü olmadıkça yanlarında kötü kimseler toplanamaz!” diyebilecek sarayda?

Yusuf olacak elbet. Dile hâkim olmak isteyendi Yusuf. Türkçeyi peşine düştüğü bir yaban ceylanına benzetip, “Onu yavaşça tuttum, kandırarak kendime çektim. Okşadım ısındırdım. Bana gönül verdi. Yine de ara sıra korkup ürküyor.” diyebilendir Yusuf. İki dünya mutluluğunu “iyi insan” olmaya bağlayan, kötülerin gücünü her geçen gün biraz daha kaybettiğini müjdeleyendir Yusuf. Huzurun zahmet, sevincin kaygıyla yol arkadaşlığı yaptığını görüp, zahmetsiz huzur, kaygısız sevinç aramayandır Yusuf. Güçlüleri haklı kılmak için hükümdarın kapısını aşındırmayan, güçsüzlerin hakkını aramak için hükümdarın kapısını sarsandır Yusuf: “Kapıda birçok aç kurt toplanmıştır; ey hükümdar, koyunları koru!” elbette olacak Yusuf. İslâmî Türk edebiyatının ilk yazarıdır çünkü o. Ellerinin mürekkebiyle değil kelimelerinin derinliğiyle poz verendir. Kafiye darlığını gönül genişliğiyle aşıp, 6645 beytinde Türkçe çağlayandır Yusuf. “Ten isyanları”nı bilgi sultanıyla bastıran, “yalnızlık korsanları”nı “Zikrullah” gemisiyle susturandır Yusuf.

Evet, dünya işleri bir oyunsa eğer, Yusuf ve Yusuflar da kıyamete kadar var olacak elbet…

Kalın sağlıcakla.

Yorum bırakın