Gülmek için krala, ağlamak için filozofa gitmek

Bakmayın yaşadığıma, yaşasam da bir kadavradan farksızım bugünlerde. Evet, içim kan ağlıyor. Tıpkı büyük arabeskçimiz Müslüm Gürses’in bir şarkısında: “Bütün duygularım ağır yaralı” dediği yerdeyim…

Çoktandır gülmüyorum. Kahkaha da atmıyorum. Hatta bir şeylere sevinemiyorum. Aslında manen mutluyum ama gülemiyorum. İçimdeki ağrının bitmesi için her yolu denedim. Çok kere el uzattım ancak nafile! O sustu. Ben de sustum. Konuşmadı. Konuşmadım. “İnsan olan sözden illaki anlar” dedim. İlk hamleyi ben yapayım o beceremez ilkleri diye davet ettim. Ama kendim söyleyip kendim dinledim… Bir insanın cevap alamaması çok çirkin değil mi sizce de? Herkesin zamanı kıymetli. Konuşmak istersen istersin, istemezsen istemezsin cevap vermek bu kadar zor olabilir mi?

Okumaya devam et

İşlenmemiş cevherler ülkesi: Türkiye

Bütünlük ve tamama ermek hakkında söz açılınca, dört dörtlük bir var oluşu ve “mükemmel”liği kast etmem hiçbir zaman. Sadece yaşadığımız hayatta düzeni ve istenen o zaruri şeylerin yapılmasını anlatmaya çalışırım hepsi bu.

Bilirsiniz, insan vücudunda “hayati” denilen organların olmayışı kimseye yaşama şansı vermez. İnsanın parmak veya kulağının tekinin olmaması yaşam faaliyetini bitirmez. Ama kalbinin, ciğerinin olmayışı bitirir. Ha keza şuurun, beynin, aklın, dengenin olmayışı da…

Okumaya devam et

İki Burçlu Bir Kale: Zaman!

Hava kapalı, deri ciltli sözlüğüm de. Havayı açamam ama sözlüğümü açabilirim. Elim şaşırtıyor beni. Kitaplık yerine pencereye gidiyor. Pencereyi açtığım anda güneşi mi göreceğim? Pencereyi açtığım anda bardaktan boşanırcasına yağmur…

Elimi seyretmeye devam ediyorum. Çünkü elim benden bağımsız hareket ediyor. Odada kalması gerekirken yağmur damlalarının kapladığı boşluğa doğru uzanıyor. Görmek ve işitmek duyularıyla birlikte hissetmeyi de tatmak istiyor belki. Yağmurun gökyüzünden aşağı düşüşünü üç boyutlu görüp, yaşamak… Fakat ne tuhaf, elim dışarıda kalsa da kupkuru. Damlalar tam düşecekken ellerime, sanki taş atılmış da korkutulmuş keklik sürüsü gibi havalanıyor tenimden. Garip bir yoksulluk bu. Elimde avucumda hiç bir ıslaklık kalmıyor. Hava kapalı, deri ciltli sözlüğüm de. Havayı açamam ama sözlüğümü açabilirim. Elimi çağırıyorum. Kelimelere çağırıyorum parmaklarımı. Artık mevsim de döndü. Şimdi başıma gelen ne varsa hepsini hayra yorma zamanı… “A” ile “Z” arasında gidip geliyor dünya. İki dünya arasında, bardaktan boşanırcasına yağmur: “Önce” ve “Sonra”. Her şey bu iki kelime arasında. Art arda dizildiğinde “yağmur” oluveriyor damlalar. Art arda gelen anlar belirliyor zamanı!

Okumaya devam et

Sözcükler içindeki evren

Şiir de diğer bütün edebiyat türleri gibi sözcüklerle yazılır, söylenir ancak şiir, sözcüklerden ibaret değildir. Her sözcük, “şiir hali”ni duyuran bir dildir. Söz konusu “hal”in ete kemiğe bürünüp şiir diye görünmesi de sözcükler ile mümkündür. Tek tek sözcüklerden ve onların diğer sözcüklerle olan ilişki biçimi asıl şiire, belki şairin içinde oturduğu o “şiir hali”ne geçiştir.

Alelade sözcüklerin bir araya gelmesiyle “şiir” doğuran sır, şairlerin sözcüklere yüklediği anlamlarda gizlidir. Evet, yalnız anlam değildir bu “sır”ın sırrıdır. Yani şiire, girmiş her sözcük, bütüncül bir muameleye tabi tutulmuştur. Böylece sözcükler yontularak, törpülenerek, cilalanmış bir halde sahnede yerini alır. Şiir, su verilmiş, sertleştirilmiş, dayanıklılığı artırılmış sözcüklerin meskenidir. Sözcüklere “su verme”nin ölçüsünü, kararını da kuşkusuz en iyi şairler bilir. Her şair, kendine has ölçülerle yenilikler getirmiştir bu sanata. Ölümsüzlük tiryakının tarifi şairin gönlünde, aklında, elinde şekillenir. Sıradan sözcükleri “şiir“leştirirken onlara kendi özünden, kendi canından can katar şair. Bu yüzden her şiir, şairinin sesini çınlatıp, durur. Şiirin malı olmuş sözcükler, geçirdikleri maceranın hatırasını kıyamete kadar nesillere taşırlar. Artık içi “dolu“, özü “ballı” ekmek arası sözcüklerdir onlar, tatlandırılmış, kokulandırılmış ve nihayetinde seslendirilmiştir… Her şairin kendi muhayyilesini, sesini ve hayat tecrübesini haber veren, özetleyen sözcükleri vardır. Kendi mührünü taşıyan sözcükleri ilk okumada tanırsınız bu sanatı seviyorsanız… Biz farkında olsak da olmasak da, kendi sözcüklerinin aynasında yaşar şairler. Bu aynalardan, aynalardaki görüntülerden yola çıkarak hayal evrenine, özleyişlerine, dünyalarının temel direklerine rahatlıkla ulaşabiliriz şairlerin. Sözcüklerin içine hapsettikleri evren, onların düşünce ve duyarlıklarının tüm renklerini saklayıp dururlar. Bizim, bir şairin dizelerine yoğunlaştıkça, anlam perdelerini, ses katmanlarını bir bir araladıkça yepyeni anlamlarla ve şaşırtıcı buluşlarla karşılaşmamız ve uzun, sonu gelmez yolculuklara çıkmamız tam olarak bu nedendir.

Okumaya devam et

Dünyaya Açılan Yol

Çoğumuz için ev, sadece bir evin içi değil; mahalle, kasaba, köy veya bir adadır.. Hatta milyon metre karelik bir memleket toprağı.. Sanırım bu hayata kimin nereden, nasıl baktığı ve kişisel hicretlerini nereye doğru yaptığıyla ilgili bir durumdur. Eğer kasabadan büyük bir şehre gelmişseniz ev geldiğiniz kasabadır.. Yurtdışında yaşamaya başlamışsanız doğduğunuz ülke evinizdir. Nihayetinde gerçek eviniz hep geçmişte kalandır…

Okumaya devam et

Çekyataltı Romanlar

Nurullah Ataç’ın zamana meydan okumuşluğunu kim yadsıyabilir? Ataç’ın eserlerini okuduğunuzda onunla için için tartışır, dil konusundaki görüşlerinden irkilirsiniz! Durup dururken öfkelenişlerine anlam veremeyebilirsiniz belki ama yazılışından yıllar sonra, eleştirilerini, söyleşilerini, okurlarına mektuplarını her şeye rağmen tat aldığınız, haz duyduğunuz bir deneme gibi okumaya devam edersiniz… Hatta haz duymanın ötesinde, bu yazı mirasının güncelliğine, yeniden gündem oluşturmasına, bazan da anılara alıp götürüşüne şaşar kalırsınız…

Pandemi dönemi evlerden çıkamadığımız o yıllarda Clubhouse’da yaptığımız kültür, sanat, edebiyat sohbetlerinde Orçun, Ataç’ın güncelerini okuduğunu büyük bir haz duyduğunu söylemişti. Bu zamana kadar Ataç’ı adamakıllı okuduğumu söyleyemem. Ancak onun dil hususundaki eleştirilerini, nelere takıldığını anlamak için çoğu kitabını temin edip okudum. Ataç, denemelerinin birinde, “Roman okumaya geç başladım” diyor. Sonra, ablasının “sandığındaki” romanlara geçip, sandıktaki roman­ların, okunmuş ilk romanlar olduğundan bahis açıyor. Ataç’ın hangi kitapları okuduğunu tahmin etmek çok da zor değil: “Pardiyanlar’ı bi­tirdim. Monte-Cristo’yu yarıladım; ondan Joseph Balsamo’ya, Simone ile Marie’ye geçecektim; hele Sabıkalı’yı ablam pek övüyordu.” diyor…

Okumaya devam et

Batılı şiiri bize nasıl sevdirdiler?

Edebiyat tarihimizi incelediğimizde Tanzimat yıllarında divan şiirinin yerini batı tarzı şiirlerin aldığını hemen fark ederiz. Bu fark edişte edebiyatın tür ve nazım şekilleri için tam olarak doğru ise de muhteva ve konuların değişme sürecinin ise Tanzimat’tan önceki yıllarda başlamış olduğunu görürüz. Bu durum, “divan şiirinin söyleyecek sözü tükettiği” savıyla izah edilebileceği gibi bazı divan şairlerinin bir “yenilikçilik” hareketi veya gayreti olarak da okunabilir elbette.

Okumaya devam et