İstanbul dinmeyen bir esinti bir devam ediştir

Çoğu gezgin sevmiyor olsa da ben yağmurda da motosikletle gezmeyi severim. Özellikle İstanbul’da geziyorsam her yerde bir hatıra, her köşe de bir anı ve hikâyemin olduğunu söyleyebilirim. Evet, garip bir şeyler oluyor ve ben kendimi büyük şair ve yazarların kaderiyle aynı kaderi yaşıyormuş gibi hissediyor, onların bakış açılarıyla bu şehre bakabiliyorum.

İşte Yahya Kemal, İstanbul’un semtlerinden bahsederken her birinin birbirinden ne kadar farklı olduğuna değinir ve kendi zamanından elli yıl kadar geriye giderek, “Bir semtten diğerine geçerken, bir yıldızdan bir yıldıza geçmiş kadar başkalık duyulurdu.” der ve: “Boğaziçi’nde Kandilli, Anadolu Hisarı, Kanlıca, Çubuklu birbirine komşu köylerdir; lakin her birinin çevresi, havası, güzelliği başkadır.

Birinden ötekine geçerken manzara değişir. Kocamustafapaşa, Hekimoğlu Ali Paşa, Davutpaşa semtleri de birbirine komşu, lakin birbirine benzemez semtlerdi. Ruh, bu kadar çeşitli manzaralar arasında sıkılmazdı; bu tenevvü, sonu gelmez bir şehir manzarası vehmini verirdi.” diyor.

Aziz şairimiz, İstanbul’un elli yıl içindeki hızlı değişimine değinirken asrın şehirlerindeki yeknesaklıktan da sitem eder: “Hiç şaşmayan düzlük, her tarafın birbirine benzeyişi, ruhu ne kadar sıkar; tarih yok, manevi hava yok…” diyerek Maurice Barres’in bir sözünü de bu vesileyle alıntılar: “Bazı semtlerde ruh eserdi.” Bir başka şairin, Oktay Rifat’ın en yalın şiirlerinden birinde anlatılan mütevazı dünya da İstanbul’a izini düşürmekteydi kuşkusuz:

Kitabın yanında defter
Defterin yanında bardak
Bardağın yanında çocuk
Çocuğun yanında kedi
Ve uzakta yıldızlar yıldızlar.

Kim bilir, belki de bu şehirde yazılmamıştır bile bu şiir. Fakat buram buram şehrin ruhu esmiyor mu sözcükler arasında?

Taksim Meydanı’nda sıra konakların, Bağdat Köşkü’nün çinilerinin, Baruthane Deresi’nin, Kozyatağı’ndaki arabacılar kahvesinin, suyu akan çeşmelerin İstanbuludur bu dizelere ruhunu estiren… Kendi dünyasından bir anı sonraki nesiller için sonsuzlaştırmıştır dizelerinde şair. İstanbul, dinmeyen bir esinti ve bir devam ediştir…

İstanbul, Yahya Kemal’in, Oktay Rifat’ın kelimelerinden beri defalarca değişti, dönüştü. Giderek azaldı semtlerde esen ruh. Yine de bu blogda yazdığım yazılarda kentin çeşitli yüzlerinden bahsetmeye çalışmıştım doğrusu… Bugünse çok farklı bir tehditle karşı karşıya kaldı güzelim İstanbul. Evet, yeşilliğiyle pazarlanan betonarme site kentler! Kendi hudutlarından içeri dâhil ettiği kitleleri refah ve konfor karşılığında satın alan bu yerleşimler, toplulukları Baudrillard’ın terimiyle ‘yığın’laştırıyor hızla… Durmadan sayıları artan bu site şehirler, kentsel dönüşümün tam merkezinde duruyorlar artık. Önceki yazılarımda da değindiğim gibi, üretim temelli değil, tüketim temelli olan bu oluşumlar, cemaat ve mahalle özelliği taşımasalar da yeni bir tür gettolaşmaya öncülük eder oldular çoktandır. Ve çok parçalı merkezlerden ibaret İstanbul’un halen devam edegelen ruhunu bütünüyle içeri kaçırmakla tehdit ediyor, etmeye de devam ediyorlar.

Bu konuyu daha önce açmamıştım. Şimdi yeri gelince biraz daha deşmek istiyorum.

Bizans taşlarının tınısını, şehir kapılarının belleğini ve dahi çeşitli ilişki biçimlerini, tıpkı Osmanlı dönemindeki medeniyet esintileri gibi ‘canlı’ miras olarak yaşatan İstanbul’da ilk kez tarihin, toprağın, taşın, rüzgârın devamlılığı tamamen kesilmek üzere. Bunun tezahürleri ille olumsuz olmak zorunda değil elbet. Değişim kaçınılmaz. Gelgelelim kentsel dönüşümü şehrin devam edegelen özelliklerine uygun biçimde tasarlamazsanız, ruhunu yitirirsiniz. Süleymaniye’nin silüeti bugün uzaktan baktığınızda şehrin taç tepesinin bir uzantısı olarak devam eder. Hayatın şiiridir bu biraz. Ama arkasında pıtırcık gibi bitivermekte olan gökdelenler şehrin yer ve gökle ilişkisini koparmakla kalmıyor, onun tevazuyla semtler arasında esen rüzgârına yeni bir hayat kazandırmak yerine, tüm esintiyi durduruyorlar. Devamlılık için elbette salt muhafaza etmek yetmez, bazen yıkmak da gerekebilir. Ama neyi yıkıp neyi onarmamız gerektiğini bize söyleyecek olan: Yahya Kemal’in sözleriyle, “İstanbul’un imarını yapacak olan bizzat İstanbul’un kendisidir.

O halde diyorum, İstanbul’da hayatın şiirini bize işittiren ne varsa kayda geçirmeli, ona şahitlik etmeliyiz. Şimdilik bana şiiriyle gelen birkaç ‘esinti’yi anmakla yetineyim, bütün öznelliğimle: Sis dağılırken Boğaz tepelerinde belirginleşmeye başlayan serviler. Çıkmaz sokaklarda gezinen kediler. Harabeye dönmüş ahşap konakların kırık camlarından cepheyi saran sarmaşıklar. Akmayan tarihî bir çeşme. Vapur, simit çay ve martılar…

Kalın sağlıcakla…

İstanbul dinmeyen bir esinti bir devam ediştir” üzerine 2 yorum

  1. Ahmet Hamdi Tanpınar, Fatih’te doğduğu konağın ‘artık’ yerinde olmayışı ile ilgili duyduğu endişeyi, kentin hızla değişen silüetinin kederini ve kent hafızasının kültür inşasındaki yerinden bahsederken, bugün sizinle benzer bir sevgi/kaygı ilişkisi kurmuş olmalı İstanbul’la. Aynı kaygı benim de gözümde, gönlümde yıllardır. Özellikle Suriçi’nde anlatılmaz bir katliam yaşanıyor ve gün be gün izliyorum hafızamdaki mekanların talan edilişini. Tam bu konuyla ilgili ne vakittir yazmak istiyordum. İlham oldunuz teşekkürler.Emeğinize sağlık

    • Maalesef İstanbul’un sadece Suriçi değil hemen her yerinde talan devam ediyor… Elbette yazmalısınız. Ne kadar çok insan bu durumu dile getirirse yöneticilerin bu durumdaki hassasiyetleri artacaktır eminim. Yorum ve görüşleriniz için teşekkür ediyorum Ecem Hanım.

Yorum bırakın