Sözcükler içindeki evren

Şiir de diğer bütün edebiyat türleri gibi sözcüklerle yazılır, söylenir ancak şiir, sözcüklerden ibaret değildir. Her sözcük, “şiir hali”ni duyuran bir dildir. Söz konusu “hal”in ete kemiğe bürünüp şiir diye görünmesi de sözcükler ile mümkündür. Tek tek sözcüklerden ve onların diğer sözcüklerle olan ilişki biçimi asıl şiire, belki şairin içinde oturduğu o “şiir hali”ne geçiştir.

Alelade sözcüklerin bir araya gelmesiyle “şiir” doğuran sır, şairlerin sözcüklere yüklediği anlamlarda gizlidir. Evet, yalnız anlam değildir bu “sır”ın sırrıdır. Yani şiire, girmiş her sözcük, bütüncül bir muameleye tabi tutulmuştur. Böylece sözcükler yontularak, törpülenerek, cilalanmış bir halde sahnede yerini alır. Şiir, su verilmiş, sertleştirilmiş, dayanıklılığı artırılmış sözcüklerin meskenidir. Sözcüklere “su verme”nin ölçüsünü, kararını da kuşkusuz en iyi şairler bilir. Her şair, kendine has ölçülerle yenilikler getirmiştir bu sanata. Ölümsüzlük tiryakının tarifi şairin gönlünde, aklında, elinde şekillenir. Sıradan sözcükleri “şiir“leştirirken onlara kendi özünden, kendi canından can katar şair. Bu yüzden her şiir, şairinin sesini çınlatıp, durur. Şiirin malı olmuş sözcükler, geçirdikleri maceranın hatırasını kıyamete kadar nesillere taşırlar. Artık içi “dolu“, özü “ballı” ekmek arası sözcüklerdir onlar, tatlandırılmış, kokulandırılmış ve nihayetinde seslendirilmiştir… Her şairin kendi muhayyilesini, sesini ve hayat tecrübesini haber veren, özetleyen sözcükleri vardır. Kendi mührünü taşıyan sözcükleri ilk okumada tanırsınız bu sanatı seviyorsanız… Biz farkında olsak da olmasak da, kendi sözcüklerinin aynasında yaşar şairler. Bu aynalardan, aynalardaki görüntülerden yola çıkarak hayal evrenine, özleyişlerine, dünyalarının temel direklerine rahatlıkla ulaşabiliriz şairlerin. Sözcüklerin içine hapsettikleri evren, onların düşünce ve duyarlıklarının tüm renklerini saklayıp dururlar. Bizim, bir şairin dizelerine yoğunlaştıkça, anlam perdelerini, ses katmanlarını bir bir araladıkça yepyeni anlamlarla ve şaşırtıcı buluşlarla karşılaşmamız ve uzun, sonu gelmez yolculuklara çıkmamız tam olarak bu nedendir.

Sayısız sözcük gelip geçer bir şairin dilinden, fakat onun için narçiçeği, inci tanesi olanlar vardır. Asıl düşüncesini, duyarlıklarını, estetik evrenini bu sözcüklerin sırtına yüklemişlerdir. En çok bu sözcüklerle bilinmeyi istemişlerdir. Adının hemen ardından söyleniverecek sözcükleri vardır her şairin. Kimi de şairinin adını aşar sözcüklerdir. Şair artık onlarla, belki de bir şiirine, bir kitabına ad olmuş sözcüklerle anılır. Bizim, Haşim denince “akşam“ı, “melal“i, Yahya Kemal denince “ufuk, canan, hülya, visal...” sözcüklerini; Tanpınar ile “rüya“yı, “zaman“ı, “imkan“ı; Hilmi Yavuz adıyla “hüzün“ü, “erguvan“ı, “zaman“ı düşünmemiz, bu sözcüklerden onların şiirlerine ve duyarlık evrenlerine girmemiz boşuna değildir.

Haşim’de “akşam“ın bin bir rengi ve anlamı vardır.

Kuşlar mıdır onlar ki her akşam
Alemlerimizden sefer eyler?..

Akşam yine toplandı derinde…
Canan gülüyor eski yerinde

Akşam…
Sarı bir hasta sema…
Bir gam-ı meçhul…

O melul akşamın havası kadar
Gelişin bir sükun-ı sârîdi…

Akşam gece, zulmet, leyl.. ve Ahmet Haşim.

Tanpınar rüyanın ve zamanın salıncağında örmüştür şiirinin ağlarını. “Yekpare geniş bir an“dır onda zaman.

Hiç akmayan bir zaman nehrinin sularında
Büyülenmiş bir ceylan gibi bakıyor zaman

Ve o bildik paradoks…

Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında…

Tanpınar ne kadar “zaman” ise o kadar da “rüya“dır.

Bir garip rüya rengiyle
Uyumuş gibi her şekil…
” ve
Bir alem kurulur gibi yeniden
Baştan başa hayal, düşünce, rüya.”

Tanpınar için “zaman ve rüya” ne ise Fazıl Hüsnü Dağlarca için “Allah, nasip, lahza ve hatıra” odur. Bu kadar mı? Dağlarca, Türkçenin en şaşırtıcı “ki” şairidir. Şiirin yöresine pek yaklaşmayacak bir bağlacı alıp vazgeçilmezleri arasına katmıştır Dağlarca. Yadırganmaz artık bu sözcük onda, adamakıllı şiirsel bir giysiye bürünmüştür…

Nazlı sevgililer vermiş kimine
Ki daima uzaktadır

Ey gök sonsuz dualarımı
Ver benim ki azat olacaklar
.”

Nasip” sözcüğü de Dağlarca’nın alamet-i farikasıdır neredeyse.

Karşı bahçeler ki ayna mıdır
Nasibi devreder şimdi

Topraklar ve şarkılar geçmiş
Neden bulamadık nasibi

Nasip isterim avuçlarıma
Ağaçlardaki arzulardan

Karanlıklar kalbe dolduğu vakit
Nasibi terk ederiz yıldızlara

Hilmi Yavuz… Zaman ve erguvan ve hüzün…

Zaman, dilsiz çocuk, Zaman…
ince aşklarla yırtılan
sendin yollarla erguvan
sunulmuş lanetli kışlardan
aldığım belirsiz dokunuşlardan
kopan tenini dinledin.

Sonu gelmez, sözcüklerin evrenine doğru çıkılan yolculukların hepsi iyidir, güzeldir, hoştur…
Şiirin her sözcüğü canlı, capcanlı ve içinde bin bir renk, bin bir rayiha taşıyan, önümüze habire yeni kapılar açan bir evrendir. Ve sözcüklerde şairlerin ruhları gezinmektedir bütün mahremiyetiyle… Perdeleri sıyırıp katmanları bir bir geçtikçe yakası açılmadık anlamlarla, düğmeleri çözülmemiş hayallerle karşılaşırsınız yani şairin ta kendisiyle…

Kalın sağlıcakla…

Yorum bırakın