Kim Suçlu?

Bu ülkede son yirmi yıldan bu yana muhafazakârların ne kadar muhafazakâr olduklarını gördük! biliyoruz da peki muhafazakâr olmayan laik kesimin muhafazakâr olup olmadıkları hakkında ne biliyoruz acaba? Türkiye’nin bir karşıtlıklar ülkesi olduğu hakkında hemfikiriz. Hatta XIX. yüzyılın başından itibaren, entelektüel tarihini bile bu ikili karşıtlıklar üzerine kurduğunu söyleyebiliriz.

Türkiye’de yüzyıldır: Geleneksel ile Modern, Doğulu ile Batılı, Köylü ile Şehirli ve Muhafazakâr ile Laik kavram karşıtlarının birbiriyle örtüşmeyen temel çelişkiler olarak sunulduğunu da biliyoruz. Geleneksel ile Modernin, Köylü ile Şehirlinin, Muhafazakâr ile Laiklerin, birbirlerinden siyahla beyaz gibi değil, “siyahla-siyah” olmayan gibi ayrıldıkları öğretildi hepimize. Oysa mantık ilmine bakıldığında “karşıtlık (opposition)” ile “çelişki (contradiction)” arasında büyük farkların olduğunu görünce çok şaşırdım. Bu ikili karşıtlıklara bakıldığında üçüncü ihtimali dışta bırakmayıp; siyah ile beyazın dışında öteki renkleri kapsıyor oluşu ilginç geldi. Oysa buradaki çelişki, ya biri ya ötekidir. Demek ki siyahla, siyah-olmayan arasında bu sebeple üçüncü bir ihtimal otomatikman yok oluyor…

Yakın tarihimizi bu mantıksal kavramsallaştırmalar üzerinden okursak, entelektüel tarihimizin bize ikili karşıtlıklar olarak sunduğu; Modern – Geleneksel, Şehirli – Köylü, Laik – Muhafazakâr ikilikleri, olamayacağını, Köylü olan Şehirli olamaz, Muhafazakâr olan Laik olamaz gibi, çelişkiler biçiminde sunulmasına şaşırmıyorsunuz. Zira burada dikkat edilirse ikili karşıtlıkların imkânlı kıldığı ara konumların gözardı edilmesi, karşıtlıkların uzlaşılamaz zıtlıklar olarak okunması söz konusu ki işte benim bahsettiğim yüzyıllardır süregelen zihinsel maluliyetimizi bu durum gözler önüne seriyor… Yani, karşıtlıkların hepimize uzlaşmaz çelişkiler biçiminde sunuluyor olması, devletin de gerek ideolojik gerekse yaptırımcı aygıtlarının dayatmasının sonucu olduğunu sanıyorum herkesin görmesinin vakti geldi de geçiyor….

Düşünün, Cumhuriyet döneminde devletin lojiği özellikle kendisini, karşıtlıkları çelişkiler gibi göstererek yeniden üretme imkânını kullanmış ve ideoloji dediğimiz canavar tastamam bunun, yani çelişkilerin karşıtlıkları gibi gösterilmesi üzerine inşa edilerek bilinçli bir şekilde insanların düşünceleri ile oynanmış. Hepimizin burada kendisine sorması gerekiyor; Devletin, Türkiye’de Modern’le Geleneksel’in (ya da, Nilüfer Göle’den alıntılayarak söyleyeyim: ‘Modern Mahrem’in) bir aradalığını ya da Modern’le Geleneksel-olan arasında bir “ara konum” olarak yaşama imkânlarını reddetmesi, bu ideolojik tavıralıştan başka ne ile izah edilebilir acaba?
Muhafazakârlarla laiklerin bir arada yaşamalarının mümkün olmadığını, kimler dümdük söyleyip öne sürüyor sizce?
Bir bakalım gerçekten Laikler mi, yoksa muhafazakârlar mı söylüyor?
Buna hemen bir örnek vermek istiyorum. Efendim, TBMM Onur Ödülü sahibi ve Türk Tarih Kurumu şeref üyesi rahmetli Prof. Kemal Karpat’ın Radikal’de bir röportajına baktığımızda Karpat: “Türkiye’de dinin yaşanma şekli yumuşadı. Yumuşamakla da kendi özünü buldu. Aşırı dogmatik yönleri törpülendi. Erdoğan hükümetinin İslam’la modernite’yi (‘modernite’yi ‘laiklik’ anlamında söylüyor) bir arada tutma konusunda çok önemli vazifeleri var.” diyor bundan 6, 7 yıl önceki demecinde… Hatta Karpat devamında, Başbakan Erdoğan’a bir mektup yazdığını ve “sizden şüphe edenlere bir güven hissi veriniz” dediğini de bildiriyor.
Yani, Başkan Erdoğan söz konusu “güven hissi”ni kamuoyuna yüzlerce kez vermesine rağmen hatta onların hak ve hürriyet, yaşam tarzlarına varıncaya kadar karışılmadığına yönelik açıklamaları olmasına rağmen, laik kesimin ben tatmin olduğunu görmedim, duymadım… Açıkça konuşmak gerekirse, şeytanı bile tiksindirecek kibirleri, Başkan Erdoğan bu kitleye ağzıyla kuş da değil Zümrüdüanka da tutsa, gene de yaranamayacağını net bir şekilde söyleyebilirim. Çünkü bu yeminli laik kitlenin derdi başka… Diğer taraftan, Prof. Karpat’ın, “dinin aşırı dogmatik yönleri”nin AK Parti tarafından “törpülendiği”ne, Laik kesimden acaba kaç kişi inanıyor diye sorulup cevapların alınması gerektiğine inanıyorum. Burada esas soru Türkiye’de laikler arasında; “aşırı dogmatik yönleri” olanlar yok mudur ve bunlar, bu “aşırı dogmatik yönleri”ni “törpülemişler” midir?, “törpüleme” eğilimi içinde veya düşüncesindeler mi? diye olmalıdır…

Ben bu soruların cevaplarını gerçekten merak ediyorum. Bu soruların sorulmuyor oluşuna da şaşıyorum. Yani radikal muhafazakârlar varsa, radikal laikleri yok mu? Türkiye’deki siyasal krizlerin sorumlusu olarak, neden ve ısrarla, sadece muhafazakârlar mes’ul oluyor? Laiklerin bu ayrışma veya kutuplaşmada hiç mi kabahati yok?
Türkiye’de muhafazakârlarla laiklerin bir arada yaşamalarını imkânsız kılmaya çalışanlar, sadece muhafazakârlar mıdır? Sırtlarını devletin ideolojik ve yaptırımcı aygıtlarına dayamış olmanın verdiği cesaret ve fütursuzlukla, muhafazakârları bugün bile “ötekileştirme”ye çalışan laikler yok mu?

Evet, medyanın hemen her alanında ki özellikle son günlerin popüler sosyal medya uygulaması clubhouse gibi platformlarda kendisi de taşralı olmasına rağmen Nişantaşı’nda yetişmiş laiklerin “Nişantaşı”lılıklarını savunup, bununla övünüp diğer tüm insanları bir böcek gibi görmesi hangi zihniyette olduklarının apaçık bir göstergesidir. Bana kalırsa bu mesele de uzlaşabilir karşıtlıkları, uzlaşmaz çelişkiler biçiminde görenler her kim ise sorunun kaynağı da odur. Fakat herkesin kendisine dönüp “ben kimim” ve “bu ülke için ne ifade ediyorum” sorusunu sorup düşünmesi gerekir… Zira iki karşıtlık arasındaki muhafazakârlar da , laiklerde de radikal tipler elbette var. Ancak ne hikmetse günah keçisi olarak sürekli muhafazakârların konuşuluyor oluşu insanın içini burkuyor. Zira bu ülke ne çekiyorsa işte bu beyninin üzerine oturan topluluklar yüzünden çekiyor…

Yorum bırakın