The Black Dahlia 2006 / Cehennem Çiçeği

Siyah Dalya, polisiye türün ‘sıkı’ romanlarındandır. 40’lı yıllarda, Los Angeles polis departmanında çalışan iki eski boksör-yeni polis Bucky Bleichart ve Lee Blanchard’ın hayatlarını mahveden bir cinayetin öyküsüdür bu.

Polis departmanına kaynak aktarımı yapılması için düzenlenen bir maçta ringe çıkan bu iki sert erkek daha sonra polis merkezinde ortak çalışmaya başlamışlardır. Aynı kadına (Kay Lake) âşık oldukları halde bunu dostlukları adına gizli tutmuşlar, ringde başlayan şovları çözdükleri ya da Bucky’nin çözüldüğünü sandığı davalarla devam etmiş, medyanın sağladığı şöhret katkısı mutluluklarını cilalamıştır. Ancak İkinci Dünya Savaşı’nın yaralarını saramayan, yoksullukla ve artan suç oranlarıyla dolu Amerikan gerçeği bahşettiği bu üç kişilik peri masalını ‘alacak’ hanesine yazmıştır çoktan. 15 Ocak 1947’de boş bir arsada işkence edilerek öldürülmüş genç ve güzel bir kadının cesedi bulunur ve bu ceset üçünün hayatını da sonsuza dek değiştirir. İki erkekten daha saf olanı, Bucky, zaman içinde çok sevdiği Lee ve Kay hakkında da bir hayli aydınlanacaktır. Kimse masum değildir.

Roman 2 dolar için hayatların feda edildiği, savcılarla bahisçilerin kol kola gezdiği, uyanık müteahhitlerin film işine girip, film setlerinden malzeme çaldıkları ve figüranlarını aynı zamanda inşaatlarında çalıştırıp ücretten tasarruf ettikleri savaş sonrası Amerika’sının içine düştüğü hukuk ve vicdan krizini mükemmel ‘olaylandırır’. Sözgelimi bu müteahhitlerden biri, Emmet Sprague, milyoner olduğunu duyuran gazeteyi getiren köpeğini, ‘o anı ölümsüzleştirmek’ için vurmuştur. Köpeğin içini doldurtup malum gazeteyi ağzına yerleştirerek hole koymuştur; Ming vazolarına ve Rembrandt tablolara eşlik etsin diye. Türedi Amerikalı zenginin ‘duygusallık’ anlayışı…

Asıl olay, dehşet verici bir cinayet ve bu cinayetin dönemin Los Angeles otoritelerince nasıl ‘kullanıldığı’, nasıl bir politik malzemeye dönüştürüldüğüdür. Sözgelimi savcı Ellis Loewe, ceset kızın, Siyah Dalya’nın, düşmüş hayatını medyadan gizler ki halkta maktul kadına karşı bir sempati uyansın ve davanın çözümü kendisine politik puan kazandırsın!

Ama çok önemli bir ‘iç hikayesi’ daha var romanın. Bu, esere adını veren Siyah Dalya’nın, ‘star’ olma hayalleriyle bulduğu her kapıda/erkekte şans arayan hafifmeşrep ve artık bir cesetten ibaret olan Elizabeth Short’un, polis Bleichart nezdinde ucuz bir sefihten bir azizeye dönüşme serüveni. Roman, aynı zamanda, ağzı iki yanından kulaklarına kadar kesilmiş, iç organları çıkarılmış ve bel hizasından ikiye ayrılmış bir kadının sağ iken elde edemediği şeyi ölümüyle yapmasının hikayesi. Roman, bu ölü kadının hayat hikayesinden önce iğrenen, sonra onu saplantı haline getiren, daha sonra da ona âşık olan polislerin hikayesi. Bunun ‘ölü sevicilikten’ çok ötede bir şey olduğunu, birikmiş bir kolektif suçluluk duygusunun, hayattan çekilip gitmiş adaleti arayışın ve dahi 1947’de artık Hollywood’da oturmayan merhamet duygusunun transformasyonu olduğunu anlıyorsunuz. Tabii, romanı okuyunca. Ancak bu seyrettiğim film anlattıklarımın yanından bile geçmiyor o ayrı bir konu…

Oysa, James Ellroy’un The Black Dahlia/Siyah Dalya adlı polisiyesi tıpkı yazarın bir diğer Los Angeles takıntılı romanı L.A.Confidental/Los Angeles Sırları gibi son derece başarılıydı. L.A.Confidental’in film uyarlaması da senaryo işinde aynı zamanda deneyimli bir yönetmenin Brian Helgeland’ın olması nedeniyle belki, türün meraklısına heyecan dolu anlar yaşatmış olabilir. Siyah Dalya’nın film versiyonunda Brian de Palma faktörüne rağmen, tek kelimeyle özetlenecek olursa: “Berbat”… Brian De Palma, romanın sert üslubunu filme olduğu şekliyle taşımaya kalkmış, romanın sert üsluba rağmen aktarabildiği duygusal iklimi, karakterlerin ikilemlerini ve saplantılarını resmedebilmek ise ne yazık ki mümkün olamamış tabii ki bana göre.

Biraz para ve biraz iktidar ile hem politize hem de organize olan, kentli olmanın medeni olmak anlamına gelmediğini anlatan suç öykülerine ilgi duyanlardansanız, kitabı okumanızı tavsiye ederim. Zira söz konusu bu film, sinemanın komplike bir polisiye karşısında nasıl çuvalladığını kanıtlamaktan öte gitmiyor diyebilirim.

Her ne ise işte, hepinize iyi seyirler.

Notçuk; Bu arada filmi beş ay önce önerip eleştiri yazısı bekleyen kıymetli kardeşim Ayşenur’a da sabrı için teşekkür ederim.  Umarım bu eleştiri işine yaramıştır kardeşim. Zira senin bu kitaptan haberin yoktu sanıyorum.

Selamlar, sevgiler. 😊

Yorum bırakın