Kıskanmak

Boş lafları satın alan ve ne konuştuğu hakkında en küçük bir fikri olmayan geveze insanları oldu bitti sevmem. Yani bana yapılacak en büyük işkence, herhalde çenesinin şirazesi kaçmış birini uzun süre dinletmek olurdu. Böyle birine katlanmaya mecbur kaldığımda ruhum daralır ve üstüme garip bir fenalık çöker. Daha da devam ederse oradan uzaklaşmak hatta kaçmak ve kaçarken de avazım çıktığı kadar bağırmak isterim…

Antep şivesiyle dile getirecek olursak: “avara gasnak” gibi boş boş konuşup dururlar böyleleri. Bir kamyon dolusu laf ederler de içinden insanın derdine deva olacak bir tek cümle bile çıkartamazsınız. Bu sebeple atalar “çok sözün yalansız” olmayacağını söylemişlerdir ki hepsini hayırla yad ediyorum…
Şimdi ben bu mevzuyu neden açtım?
Hatta bu adamlardan neden söz ettim?
Şunun için…
Tamam, çok konuşup, boş lafları satın alan ömür zengini insanlar, daldan dala konup kafa ütüledikleri için bir türlü sevemiyorum ama, fakat ve lakin bu işi yazıya döküp eser olarak ortaya çıkartabilenleri de açıkçası çok severim. Yani, çok bilmişlik yapmadan, bilgisini, görgüsünü konuşturan, hayatın alaveresini – dalaveresini yazıyla ortaya koyabilen kişileri okumaya doyamıyorum…
Tabii ki yazısında olayı böyle dört koldan anlatıp kendini okutacak cinsten olmalı. Böylesi bir hayat bilgisini, o gözlem gücü ve hikâyesini tatlı bir üslupla anlatma kabiliyeti karşısında hiç gurur yapmadan saygıyla eğilir, şapka çıkartırım.

Diğer taraftan bendeniz biraz meraklı olduğum için bu türden yazarların eserlerini araştırıp okumuştum. Tabii ki sizin araştırmalarınızı bilemiyorum fakat benim baktığım yazarlar arasında “Cihan Kaynanası” diyebileceğim Nahit Sırrı Örik, Hüseyin Rahmi, Ahmet Rasim, Refik Halit Karay ve Salâh Birsel gibi isimler listede başı çeken isimler arasında yer alır… Eserlerinde bu yazarların bilgisine, görgüsüne ve hayat tecrübesinin o derinliği karşısında kendimi adamakıllı kör, sağır ve cahil hissederim. Bu yazarların eserlerini okudukça dünyanın bin türlü halini görür, insan denen yaratığın hangi kılıklara girebildiğine tanık olurum. Salâh Bey’in deyişiyle söyleyecek olursak: “neşeli bir fayton”dur bahsi geçen bu yazarların dünyası…

Allah var, ben bu denemecileri hep bir “hezarfen” olduğunu düşünmüşümdür. Melih Cevdet Anday günlüklerinden birinde, iyi şiirlerin ileri yaşlarda yazılacağından söz etmişti.
Acaba bunu deneme için nasıl söylemeli diye düşünmeden edemedim. 20’li yaşlarda yazmaya başlayan kendimi bir denemeci olarak göremediğim için rahatlıkla söyleyebilirim ki deneme yazmak öyle çoluk çocuğun, yeni yetmelerin kalem oynatacağı bir uğraş olmadığını net bir şekilde söyleyebilirim hepinize… Bir kere dağ gibi bir hayat, bir o kadar kalem tecrübesi gerekir diye düşünüyorum.. Çünkü denemeciler özü itibariyle birer hayat adamı, bir dünya vatandaşıdırlar. Onlar, feleğin çemberinden geçmiş, saçlarını değirmende değil, okumak, düşünmek ve yazmak yolunda ağartmış kişiler olarak düşünürüm. Yol yordam bilir, sazı sözü dinlenir, öğüdü tutulur bulunduğu ortamlarda baştacı edilerek ilk söz verilen kişiler olmuşlardır. Yani biraz bilgedirler, rinddirler. Rahatına ve keyfine düşküncedirler. Kargaşayı değil, asudeliği ve sadeliği severler. Koşmazlar ama gezintiye de çıkarlar… Her tarakta bezi, her çiçekte alınacak balı vardır onların… Kelimeleri ağzına alıp şerbetlendirmekte, dili kulak memesi kıvamına getirmekte oldukça mahirdirler.
Şimdi bütün bunları kıvırmak, hayatına hayat yapmak, akşamdan sabaha mümkün müdür?
Tabii ki değildir…
Yazıda bu mertebeye ermek için çıraklığı, kalfalığı geçip ustalık katına oturmak gerekir. Örneğin İtalo Calvino’nun denemelerini okurken (Kum Koleksiyonu, Çev: Kemal Atakay, YKY) dünya bilgisinin bir denemeci için ne kadar vazgeçilmez olduğunu bir kere daha gördüm diyebilirim. O Calvino ki, gezgin olan anne-babası Karayipler’de geçirdikleri yıllardan sonra İtalya’ya dönmek üzereyken dünyaya gelir. Sürekli olarak bir başka yeri arzulamasına yol açan coğrafi kararsızlığının buradan kaynaklandığını yazacaktır bir gün. Kum Koleksiyonu’ndaki denemeler, onun “dünya vatandaşı” oluşunu adamakıllı ortaya koyar. Mesela, “Pasifik’teki Frivola Adası’nda yaşam hem kolaydır, hem düş kırıklığı yaratır.” cümlesini kaç kişi yazabilir?
Böyledir Calvino; kâh geleneksel Japon evinin perdeleri andıran ince sürme kapılarından, kâh Kyoto’nun Zen bahçelerindeki iri taneli beyaz kumlardan söz açar. Sonra da Meksika’da, Oaxaca yakınlarında iki bin yaşında olduğu söylenen bir ağacı yahut, İsfahan’ın Cuma Camii’ndeki 14. yüzyıl mihrabını anlatmaya koyulur. Sizi peşi sıra takıp Avrupa müzelerini tek tek gezdirir.

Calvino, Alberto Manguel gibi yazarları okurken kendimi sonsuz açlıkların kapısına gelip dayanmış bulurum. Bu duyguyu yakınlarda, Manguel’in “Geceleyin Kütüphane”sini okurken de yaşadım. Manguel insanı öyle sınırsız bir bilgi tünelinden geçirtir ki bir yandan hayranlığınız artar bir yandan da kıskanırsınız.
Bu kıskançlık biraz sonra yazara karşı iyiden iyiye kızgınlığa dönüşür. Aslında bütün büyük yazarları okurken böyle kıskançlıkları hepimiz yaşarız.

Yani mini bir tavsiye de bulunacak olursam bu büyük denemecilerle dost olunuz ki onları okudukça yeryüzü bilginiz artsın ve yaşadığınız şu hayatı az da olsa sevecek bahaneleriniz olsun diyorum…

Yorum bırakın